Suriye Ürdün 2010

Sınırı aşıp Kızıldeniz kıyılarına gitme rüyasını Güney Doğu gezisinin son günlerinde görmeye başlamıştık Ahmet Mergen’le İstanbul’a yaklaşırken. Eve dönüş yolunda her molada bir sonraki gezinin rüyasına yatmak motorcunun doğası zaten. İlk planımız Suriye, Ürdün ve Lübnan’ı kapsayan bir geziydi açıkçası. Gitmişken bu üç gizemli ülkeyi görmek, yollarını arşınlamak, dağlarını, tepelerini, çöllerini geçmek, yaşamı hissetmek ve aslında çok da yabancı olmayan mutfaklarla geziyi taçlandırmaktı amaç. Önce daha çok yeni kaldırılmış olan vize uygulamasının teyidi için konsolosluklar ziyaret edildi, haritalar toplandı, rota önerileri tartışıldı, km ve gün hesapları yapıldı. Yöreyi daha önce motorla gezen diğer dostlarımızın yerinde önerileriyle, gözler hafiften yaşlı, Lübnan’a uğramaktan vazgeçildi. Başlı başına bir gezi nedeni olabilecek Lübnan seferi bir başka bahara ertelendi. Ahmet Mergen’in tesadüfen tanıştığı sevgili Eray Sezer’in de aramıza katılmasıyla 3 kişilik ekibimiz kurulmuş oldu:

Ahmet Mergen – Honda Afrika 750

Eray Sezer – BMW R-1200 CL

Osman Ahunbay – BMW R-1200 FB/ADV

22 Nisan 2010 Perşembe sabah erken saatlerde Kurtköy Opet’te buluşup heyecanla yola çıktık. İlk gün tahmin edileceği gibi pek kayda değer bir şey yaşamadan, Ankara’ya kadar otoban, daha sonra da Adana’ya kadar bölünmüş ve kalabalık bir yolda rutin bir sürüş yaptık. Günün akılda kalan tek olayı, Bolu civarında verdiğimiz bir benzin molasında iki Alman ve bir Avusturyalı motorcu ile karşılaşmamız oldu. Türkiye sonrasında Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ı kat ederek Dubai’ye varmayı planlıyorlardı. Üç beş sohbet sonrası birbirimize bol şanslar dileyip yola devam ettik. Uzun bir yolculuğun ardından ilk gün kat ettiğimiz 970 km’nin yorgunluğu ancak sıkı bir Adana Kebabı ile geçerdi ki, bizim de zaten farklı bir düşüncemiz yoktu. Sadece kebabın hazmını kolaylaştırmak için Onbaşılar’ın deneyimli garson kardeşlerinden acılı şalgam ve rakı istedik ilave olarak. Sakın ola ki bu illerde kebabı siz seçmeye çabalamayın. En iyisini garsonlar bilir, bu altın kuralı unutmamak lazım. Biraz tatlı dil mekanın en iyi kebabı ile mükafatlandırılır.

23 Nisan Cuma sabahı uykumuzu alıp dinlenmiş ve esas yola çıkmaya hazır hale gelmiştik. İlk durağımız Kilis oldu. Çok eskiden beri bir sınır merkezi olduğunu çok canlı ticaret hayatı ve sıcakkanlı esnafıyla bir kez daha belli eden bu küçük şirin şehirde aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Vitrinler envai çeşit elektronik aletlerle dolu. Adım başı kuyumcu ve döviz bürosu bulmak mümkün. Ama önce nam-ı değer patatesli kıymalı Kilis Kebabı var gündemde. Kilis girişinde rastladığımız polislerin tavsiye ve tarifi üzerine İzzet Usta Kasabı’nı buluyoruz. İzzet Usta kebabı bizzat ve itina ile önümüzde hazırlıyor ve hemen bitişikteki fırına gönderiyor. Kasabın önünde, daracık kaldırımda minik bir portatif masa var. Üzerine gazete kağıdını serip kebaplarımızı fırından henüz çıkan tek porsiyonluk tepsilerden iştahla yemeğe başlıyoruz. İyi ki ekmek yerine lahmacun siparişi vermişiz J Tabii bir yandan da sokağa bıraktığımız motorların etrafını saran çocukların ve civar esnafın meraklı sorularını yanıtlama çalışıyoruz. Daha sonra döviz bürosundan bir miktar Suriye Dinar’ı temin edip Öncüpınar sınır kapısına doğru heyecanla gazlıyoruz.

Bu motosiklet ile ilk sınır geçişim olacak. Evraklar tamam ama yine de bir eksiklik bulurlar diye hafiften bir endişe var içimde. Malum olurmuş ya, motosiklet firma adına kayıtlı ve ben yanıma ne imza sirküleri ne de motorla yurt dışına çıkabileceğimi belirten bir yazı almışım. Birden soğuk ter damlalarını sırtımda hissettim ama neyse ki gümrük memuru çok içten. Üşenmeden internete girip firma kayıtlarına ulaştı ve imza yetkili ortaklardan biri olduğumu görünce damgayı bastı. Zaman zaman şikayet ettiğimiz internet teknolojisi sayesinde yola devam edebiliyordum. Aksi halde o gece Kilis’te kalıp evrak bekleyecek ve zaman kaybedecektik.

Sınır kapısının Suriye tarafı tam bir curcuna içinde. Kimin ne için hangi sırada beklediği, bir sonraki işlemin ne olduğu, ne kadar bekleyeceğin, vs hiç belli değil. Sıra var ama aslında yok. 70’li yıllarda “Mithat Paşa” stadında bilet alıp içeri girmek için yaptığımız mücadelelerin deneyimi, motorculara her yerde duyulan sempati, “Anaaa adamlara bak, motorla gelmişler taa buraya kadar!” gıpta gazıyla karışık ve etraftaki deneyimli sınır tüccarlarının yönlendirmesiyle işlemlerimizi yaklaşık 2 saat kadar kısa (!) bir sürede tamamlayıp Suriye topraklarına giriş yaptık.

Suriye’ye ilk girdiğimiz andan itibaren mistik Orta Doğu havasının her yeri kapladığına şahit olduk. Sınırı geçince kendimizi geriye doğru bir zaman yolculuğu içinde bulduk. Suriye gezisi boyunca hep sanki 70’li yıllarda Orta Anadolu şehirlerinden birinde gibi hissettik. Yollar, resmi binalar, meskenler, trafik düzeni… Adana’dan sonra toplam 375 km heyecanlı bir yol ve akşamüzeri Halep’e girdik. Girer girmez de kendimizi bir scoter ve mobilet cümbüşünün içinde bulduk. O kadar çok ki, ne zaman nerden çıkacakları ve ne tarafa döneceklerini kestirmek çok güç. Trafikteki arabalar da onlara uyunca ortaya el yapımı makarna görünümünde bir trafik çıkıyor. Halep yörenin en eski merkezlerinden. Mimarisi, meydanları, çarşıları, camileri, hanları ve genel havası ile çok etkileyici. Bu kadar çok motosiklet kullananın bir arada olduğu bir şehirde motorlarımızı açıkta bırakmak pek güvenli gelmediğinden kapalı garajı olan bir otel bulmak ilk işimiz oldu. Riga Oteli kişi başı $ 90,- fiyatı ile önce biraz pahalı gibi geldi ama konu motorlarımızın güvenliği olunca başka çaremiz kalmamıştı. Süratle hazırlanıp kendimizi en kısa yoldan Halep sokaklarına attık. Dar sokaklar, türlü türlü giyecek, elektronik alet, yiyecek, ıvır-zıvır hediyelik ve turistik eşya satan irili ufaklı dükkanlar, bu dükkanlarda satılan tanıdık Türk markaları… Başınızı kaldırıp yukarı baktığınızda bu rengarenk ışıltılı görüntü yerini gri ve bej tonlarına bürünmüş, cephelerindeki taş işlemelerin gölgeleri sürekli değişen yapılara bırakıyor. Bütün bu tarihi doku ve yaşam biçimi garip bir şekilde Halep’in yüzyıllardır yaşadıklarından artık usandığı hissine kapılmanıza yol açıyor.

Üçüncü sabahımız 24 Nisan, Cumartesi. Planımız önce Hama, sonra Hums kentlerine uğramak, geceyi Suriye’nin en önemli antik kenti olan Palmira’da geçirmek. Ama önce Halep’i gündüz gözüyle gezmek gerek. Kahvaltı sonrası kendimizi otelin kapısının önünde ayakkabı boyacısı Mehmed ile Türkçe konuşurken buluyoruz. 30,-TL (Türk Lirası) karşılığında rehberlik etmeyi öneriyor ve tabii ki kabul görüyor. Boya sandığını tanıdığı bir esnafa bırakıp önümüze düşüyor. Gerçekten 3 saat gibi kısa bir sürede hızlı adımlarla Halep’te görülmesi gereken önemli yapıları, çarşıları, camii ve kiliseleri, Halep Kalesi’ni, Ermeni Mahallesini, şehir merkezini dolaşıp otelimize dönüyoruz. Mehmed Urfa’da doğmuş ama yıllar önce Halep’e yerleşip evlenmiş. Şivesi tam Arap-Kürt karışımı ve gerçekten çok sempatik birisi. Eşi ve iki çocuğu ile Halep dışında çadırda kalıyormuş. Ne kadar doğru bilemiyoruz ama 30,-TL yerine 50,-TL aldığında gözlerindeki parıltıyı ve teşekkür edişini keşke filme çekebilseydik.

Hazırlanıp yola koyuluyoruz. Suriye yollarında ikinci günümüz ve benzin ile ilgili muhtemel sorunlar aklımızı kurcalıyor. Suriye’deki benzin fiyatlarından iki misli daha pahalı olmasına rağmen Türkiye’deki son benzincide 95 oktan ile depoları doldurmuştuk. Maksat Suriye’de satılan 82 oktan benzini mümkün mertebe az kullanmak. Ürdün’deki benzinin Suriye’dekiyle aynı fiyatta ama 92-95 oktan arası, son derece temiz bir yakıt olduğunu biliyoruz. Ancak Suriye’de benzin almak kaçınılmaz. Üstelik hem güneye inerken, hem de Ürdün sonrası eve dönerken. Bu yollarda deneyimli dostların uyarılarıyla iyi ki yanımızda birkaç kutu oktan yükseltici almıştık. Motorlardaki hasarı azaltmak için depolar yarımın hemen altına inince benzin almayı, böylece 95 ve 82 oktanın birbirine karışması sonucu ortalama olarak daha elverişli bir benzinle yol almayı planlıyoruz. Benim bu konudaki ciddi avantajım, kullanmakta olduğum 1200 ADV’nin hem deposunun 33 litre olması, hem de düşük oktanlı benzinle bile sorunsuz çalışması. Üstüne üstlük uzun yolda km başına yakıt sarfiyatı Afrika Twin ve BMW R-1200 CL’ye göre bir hayli az. Bu nedenle ilk benzincide Ahmet ile Eray’ı zalimce kobay olarak kullanıyor ve benzin almadan yola devam ediyorum.

Halep sonrası ilk durağımız Hama. Asi Nehri burayı tam bir cennet yapmış. Suriye’ye girdiğimizden beri ilk defa bu kadar yeşillik gördük. Şehre girer girmez dört bir koldan scoter ve mobiletlerle sarıldık. Sanki bir kortej içinde gidiyormuşuz gibi. Büyükçe bir kavşakta duran polisin yanında durup şehir merkezini soracağız. Anlaşılan buralara hiç yabancı beklemiyorlar ki, tabelaların tamamı maalesef Arapça. Polisle el yordamıyla anlaşmaya çalışırken yanımıza yanaşan mobiletli yaşlı amca Almanca konuşmaya başlıyor. Rüya gibi. Nader uzun yıllar Almanya’da çalışıp para kazanmış ve günün birinde “bize rehberlik etmek için” Almanca öğrenmiş. Hayat bu işte… Şehir merkezini görmek ve uygun bir şeyler yemek istediğimizi söyleyince önümüze geçip önce neredeyse şehrin göbeğinde meyva suyu, tost, meşrubat vs satan büfesine götürüyor. Motorları büfenin önüne park ediyor, kıyafetleri içeri bırakıyor ve Hama’yı gezmeye başlıyoruz. Kebap,  künefe, kahve, su derken tekrar motorlara atlıyor, Nader’in rehberliğinde şehrin çıkışındaki Asi Nehri su değirmenlerinin önünde kısa bir mola veriyoruz. Hums üzerinden Palmira’ya gideceğimizi söyleyince, bize Hama’dan Palmira’ya elimizdeki haritada olmayan kestirme bir çöl yolunu tarif ediyor ve bu güzel yoldan gitmemiz için ısrar ediyor. Eray’ın endişelerini bertaraf (hatta zorla ikna) edip çöl yoluna giriyoruz. Bu dehşet güzel coğrafyada yol alırken hem uçsuz bucaksız görünen çöl manzarasını seyrediyor hem de Nader’i dinlemekle ne kadar iyi bir seçim yapmış olduğumuzu düşünüyorum. Sıkça durup dinleniyor, su içiyor, resim çekiyoruz. Ara sıra uzaklardan görünen petrol kuyularının üstünde yükselen atık gaz alevleri ile yabani deve sürüleri manzaranın gittikçe daha zenginleşmesine yol açıyor.

Toplam 350 km süren keyifli bir yol sonrası hava kararmak üzereyken Tudmur’a ulaşıyoruz. Palmira antik kenti adeta yürüme mesafesinde. Yani Selçuk – Efes gibi. Antik kenti gezmeyi mecburen sabaha bırakıp uygun bir otel bulmaya çalışıyoruz. Küçücük bir şehir. Birbuçuk cadde, iki yanına sıralanmış yapılar, birkaç otel, bir eczane, bir lokanta, bakkal ve hediyelik eşya satan 3-5 dükkan. Sanki western filmlerindeki dekor gibi, ilk sıradaki yapılar sadece ön cephe duvarından ibaretmiş gibi duruyor. Yol kenarında birikmiş kum görüntünün tam bir Kansas Kasabası olarak algılanmasını kolaylaştırıyor ama ortada maalesef bar yok L. Tek bulduğumuz alkolsüz bira. Adam başı $ 25,- gibi uygun bir maliyetle Tower Hotel’e yerleşiyoruz. Karnımızı doyurup uyumak ve ertesi gün için dinlenmek gerek. Tam yatmadan önce otel sahibinin lobide arak içtiğini fark ediyor ve azcık eşlik ediyoruz garibim yalnız kalmasın diye J

Gezinin 4.günü, 25 Nisan Pazar, sabah erken kalkıp eşyaları toplamadan hafif korumalı giysilerle motorlara atlıyor ve meşhur Palmira harabelerine doğru yola çıkıyoruz. İlk durak bölgeye hakim konumdaki kale. Ana giriş kapısı için bir hayli yokuş çıkmak gerekiyor ama son noktada ufka sağlam bir bakış atmak için değermiş doğrusu. Tekrar motorlara binip antik kentin merkezine geliyoruz. Yapılar ve halen süren restorasyon özellikle Avrupa’dan ya da diğer Arap ülkelerinden gelenler için çok etkileyici ve ama bizim gibi memleketinde neredeyse her köşe başında benzer tarihi eserlerle karşılaşanlar için gördüklerimiz Efes’in ya da Bergama’nın ön garnizon kasabası kalıntılarından farksız. Tarihçesi hakkında bilgi edindikten ve yeteri kadar resim çektikten sonra otele dönüyor, eşyalı topluyor ve Şam’a gitmek üzere tekrar çöl yoluna giriyoruz.

 Bu gün daha az yol yapacağız. Yaklaşık 250 km civarı. Amaç Şam’da gezecek yeterli zamanı kazanmak. Palmira – Şam yolu daha kısa ama Hama-Palmira arasına göre trafik çok yoğun. Bu kadar insanın çölde ne aradığı merak konusu. Kamyonlar, kamyonetler, arabalar, az da olsa otobüsler vızır vızır. Doğrusu araç sürücülerinden çekinmiyor değiliz. Üçümüz de pür dikkat ve oldukça temkinli ilerliyoruz. Sol şeritte ilerlerken solumdaki emniyet şeridinden sanırım 160-180 km/h hızla beni sollayan otobüs endişelerimizin ne kadar yerinde olduğunun bir ispatı adeta. Öğlen yemeği artık bizim için geleneksel hale gelen “pilav üstü tavuk kırma”. Kırma dememizin nedeni, bir tepsi pilavın üzerine adam başı yarım pilici bıçak kullanmadan elleriyle parçalayıp sinide oturan müşterilerin ortasına koymaları. Yanında ıvır kıvır salata, turp, havuç, bir adet kaşık ve parmaklarınız. Ama inanın, tadı hep çok enfes. Eğer meşrubat içmeyeceksek tercihimiz kapalı pet şişede satılan su.

Şam’a yaklaştıkça trafik iyice yoğunlaşıyor. Bütün sürücüler hiç çekinmeden motorların dibine kadar yaklaşıyor ve bizi endişelendiriyor. Şam’da ne çeşit olursa olsun motosiklet kullanmak yasak. Vali bey öyle emretmiş. J Sadece polisler ve turistler motosiklet kullanabiliyor Şam caddelerinde. Yolda rüzgarın da etkisiyle fark edemediğimiz sıcak hava şehir içinde dur-kalk yapmaya başlayınca kendisini öyle bir hissettirdi ki, vizörler açık haldeyken bile buram buram terliyoruz. İlk hedef bir otele kapağı atıp duş yapmak. Tabii önce motorlar için kapalı garaj bulmalıyız. Bu konuda tembihliyiz. Zira Şam’ın motosiklet hırsızlığı konusunda ciddi sabıkaları varmış. Sanki İstanbul farklı da… Ama ne de olsa yabancılık farklı bir şey. Sadece buralarda olabilecek resmi yazışmaların hayali bile insanı mahzunlaştırmaya yetiyor. Tam bu sırada Ahmet Mergen’in Afrika’sı su koyuverdi ve mecburen ilk sokağa sapıp motorları gölge bir yere çektik. Üzerimizdeki ağır kıyafetleri Eray’a emanet edip bir taksi çevirdik ve “Şam city center”a gitmek istediğimizi söyledik. El yordamı pazarlık falan derken “yallah habibi” taksiye atladık. Ama sonuç hayal kırıklığı. Şam gibi eski bir şehrin merkezi için uygun olmayan semtlerden geçip hayli yol aldıktan sonra Ataköy Galeria gibi bir yere geldik. Galeria kapısında “Damaskus City Center” tabelasını gördüğümüzde o ana kadar bedenimizi saran ter artık ruhumuza nüfuz etmeye başlamıştı J Taksiciye döktüğümüz dil nafile, işin kötüsü motorların ve Eray’ın olduğu yeri bir tek o biliyor. Mecbur pazarlık ettiğimiz miktarın iki mislini verip boynumuz bükük motorların yanına dönüyoruz. İnsafsız, hiç indirim yapmıyor. Ama baştan demiştik; ne olursa olsun, enseyi karartmaca yok! Biz taksi ile Şam’ın alış veriş merkezlerinde fink atarken Eray yoldan geçen genç bir Suriyeli üniversite öğrencisi ile muhabbet kurmuş ve bedelsiz rehberlik hizmeti için söz almış. Şanslıymışız ki, Amir gerçekten iyi İngilizce konuşabilen, saygılı ve son derece sempatik bir genç. Şam’daki bütün kalınabilecek oteller sanki bizi bekliyormuşçasına dolu. Tam bir hayal kırıklığı olsa da artık alternatif aramaya mecalimiz kalmadığı ve sadece otopark ile şehrin göbeğine yakınlığı nedeniyle seçtiğimiz, henüz tadilat halindeki son derece vasat Hotel Al-Boustan’da kişi başı $ 50,- gibi pek de makul olmayan bir fiyatla odaları ayarladık. Daha sonra motorları otele 200 m kadar yakındaki kapalı otoparka, bir gece önce kişi başı otele ödediğimiz paraya anlaşarak ve nafile hayıflanarak bıraktık. Otel, otopark, taksi, her yerde kıyasıya pazarlık. Bizim için sorun değil, memleketten alışkınız ama bu kadar da değil doğrusu. Neredeyse hiçbir fiyata güvenmemek ilginç bir duygu.

Amir’in önderliğinde Şam seferi başladı. Sırasıyla Şam Garı, Hamidiye Çarşısı, dillere destan Emevi Camii, Selahattin Eyyubi Türbesi, Süleymaniye Külliyesi, Sultan Vahdettin Mezarı, kentteki Ermeni ve Hıristiyan nüfusun yoğun olarak yaşadıkları “Bab Şarki” ve “Bab Tuma” semtleri yaya olarak yaptığımız şehir turunun ana hatlarını oluşturdu. Bu arada gördük ki, bir daha yolumuz buralara düşerse konaklamamız gereken otel “Alrabie” (Tel: +963.11 231 8374). Arada durup şark kahvehanelerinde içtiğimiz kahve, çay, tadına baktığımız baklava ve türlü türlü Şam tatlıları ile akşamın yorgunluğunu ve açlığımızı giderdiğimiz, tarihi han içindeki nefis kebap ve yöresel yemeklerin yapıldığı “Jabri House” lokantası (Eski Şam – Al-Sawaf Caddesi) bu güzel gecenin unutulmaz detaylarını oluşturdu. Sanılanın aksine, Şam’da kayısı yokmuş L

 26 Nisan Pazartesi, 5. gün. Bugün sınırı geçip Ürdün’e gireceğiz. Sınırda ne kadar zaman kaybedeceğimizi bilmediğimiz için fazla oyalanmadan yola koyulduk. Motor üstünde kısa bir şehir turunu takiben Şam’ı terk ettik. Planımız M-5 karayolu üzerinden güneye doğru gidip Suriye-Ürdün sınırını geçtikten sonra sırasıyla Al Mafraq, Al Zarga ve Amman’dan geçmek, daha sonra batıya yönelip Lut Gölü kıyılarına ulaşmak. Amman’da konaklama dönüş planımızın bir parçası. Bu gün tahminen 300 km civarında yol yapılacak. Sınırı tahminimizden çok daha kısa sürede geçiyoruz. Sınırın her iki tarafındaki Suriyeli ve Ürdünlü asker, polis ve sivil kardeşlerimizin inanılmaz ilgisi ve yardımları, Türkiye hakkındaki övgüleri ve “van münüt” repliği bize hayli ilginç yorumlar yaptırıyor. Sınırda polislerle sarmaş dolaş resimler çekip yola devam ediyoruz. Amman girişinde bir lokantada karnımızı doyururken gene şansımız yaver gidiyor ve 400 cc motoru ile aynı lokantaya gelen Amman’ın lüks lokantalarından “Milano”nun sahibi ile tanışma fırsatımız oluyor. Yolda dikkat etmemiz gereken konular hakkında bilgi veriyor. Dönüş yolunda Amman’da kalacağımız akşam kendi lokantasında buluşmak üzere sözleşiyor, kartvizitini alıyor ve yola devam ediyoruz. Batıya doğru ilerledikçe İsrail sınırına yaklaşıyor ve bunu ciddi bir şekilde hissediyoruz. Her geçen kilometrede daha sıklaşan bir biçimde askeri mevziler, tanklar, uçaksavar bataryaları, askeri barikatlar ve kontrol noktalarından geçiyoruz. Kimse bizi durdurmuyor ama sürekli patlayan top mermileri, tatbikat da olsa savaşa ne denli yakın olduğumuzun bilinci bizi tedirgin etmeye yetiyor. Derin bir çukura iniyormuşçasına dik bir meyille döndüğümüz virajların birinden hemen sonra karşımıza bembeyaz tuzlu kıyı şeridi ile Lut Gölü çıkıyor. İlk sıkıntı konaklama konusunda. Ya plajda açık havada Allah’a emanet uyuyup sabah plaj tesislerinde duş wc ihtiyaçlarımızı gidereceğiz ya da paraya kıyıp otele gideceğiz. Paraya kıyıp diyorum, zira görünürde 3 otel var: Sheraton, Holiday Inn ve Hyatt Regency. Oteller malum, her haliyle süper ama civar ülkelerden gelen zengin Arap turistlerin rabet ettiği bu bölgede bir gece kalmak neredeyse toplam gezi bütçemize eşdeğer. Ancak Türk olmak özellikle karşı kıyısı İsrail olan bu bölgede diğer milletlerden daha da makbul. Herkesin dilinde “van münüt” etrafımızda dönüp yardım etmeye çalışıyorlar. Derken Holiday Inn resepsiyonunda çalışan bir Türk buluyoruz ve bize 3 kişilik bir odayı adam başı $ 50,- gibi bir paraya veriyor da sahilde yatmaktan kurtuluyoruz.

27 Nisan Salı sabahı güne önce sıkı bir spor daha sonra da Lut Gölü’nde yüzerek başlıyoruz. İlginç bir deneyim Lut Gölü’nde yüzmek. Ne yaparsanız yapın, serbest stilde yüzme şansınız yok. Tuz o kadar yoğun ve kaldırma gücü o kadar yüksek ki, sizi hemen sırtüstü döndürüp suyun yüzeyine adeta fırlatıyor. Bu arada eğer yanlışlıkla göz kapaklarınız açılırsa, tuz gözünüzü cayır cayır yakıyor ve uzun bir süre kendinize gelme şansınız yok.

6. günün planı gerçekten heyecan verici. Önce Ürdün Dağları aşılacak, sonra Petra Antik Kenti tavaf edilecek. Wadi-Rum Çölünde kıl çadırda kalmak gezinin gizli hedeflerinden biri. Yani gün “o gün”. Neşe içinde Lut Gölü’nü geride bırakıyor, yola koyulup güney – güneydoğu istikametine doğru ilerliyoruz. Ürdün’de benzin hem çok ucuz hem de 95 oktan. Motorlar da biz de keyifleniyoruz. Dağlardaki manzara müthiş ama hava inanılmaz sıcak. Sık sık durup hem fotoğraf çekiyoruz hem de terden sırılsıklam olan iç giysilerimizi değiştiriyoruz. İstanbul taksicilerinden öğrendiğimiz usulle, ıslak giysileri (aynaya bağlar gibi) çantaların kapaklarına sıkıştırıp yolda kurumalarını sağlıyoruz. T-shirtleri o kadar sık değiştirmek gerekiyor ki, kurutup tekrar giymezsek yanımızdaki bütün temiz giysiler tükenecek. Bir diğer sıkıntı da yol bulma. Hiç birimizde GPS yok, yolu ya haritadan ya da AEKYT (Arapça El-Kol Yol Tarifi) sistemini kullanıyoruz. Ortalıkta yol tabelası yok denecek kadar az. Ancak her kavşakta inanılmaz bir şekilde birileri gelip yolu tarif ediyor ve sanki sadece bizim için gelmişler gibi geldikleri yöne doğru geri gidiyorlar. Dağ yolu müthiş bir manzaraya sahip. Virajlar o kadar sık ve keskin ki, bazen 25-30 km/h ile gitmek zorunda kalıyoruz. Eray motorunun özelliğine uymayan bu yolda ustalığını konuşturuyor ve kazasız belasız öğle saatlerinde Petra’ya ulaşıyoruz. Motorları güvenlik kontrol noktasındaki polis kulübesinin önüne güvenle park edip, şekerleme yapan polislerin şaşkın bakışları arasında motor kıyafetlerinin tamamını çıkartıyor ve yürüyüş için uygun hale geliyoruz. Kask, çizme, mont, korumalı pantolon gibi ağır parçaları kulübeye koymamıza izin vermeleri bizim için bulunmaz bir fırsat adeta. Karnımızı doyurup, antik kente giriş biletini alıyoruz. Petra’ya gidecek dostlara bir tavsiye: Mutlaka yanınıza bir rehber alın. Bu geniş ve son derece ilginç alanı yanınızda bir bilen olmadan gezmeniz halinde çok şey kaçıracağınız kesin. Rehberlerin hepsi arkeoloji mezunu ve son derece cana yakınlar. Sadece 3 saat ayırabileceğimizi söylediğimizde rehberimiz Ahmed Farajat önce biraz hayal kırıklığı yaşamış olsa da, Petra’dan sonraki durağın Wadi-Rum olduğunu ve gece çöl çadırında kalmak istediğimizi duyunca telaşımıza hak verdi. Şansımız hala yaver gidiyormuş ki, Ahmed böyle bir kamp işleten yakın arkadaşı Talat’ı aradı ve birkaç saat içinde kampına varacağımızı, ona göre hazırlık yapması gerektiğini bildirdi.

Wadi-Rum’da ay ışığı altında geçirdiğimiz enfes gece, çölün esrarengiz ıssızlığı, “pilav üstüne kırılan tavuk” sonrası içilen çay eşliğinde muhabbet ve gecenin ilerleyen saatlerinde yorgunluktan bitap vaziyette çadırlara sürünerek gidip adeta sızmak… Gerçekten bu macerayı hayattayken mutlaka bir defa olsun yaşamak lazımmış.

7.gün, 28 Nisan Çarşamba sabah kahvaltı sonrası arkası açık bir kamyonet kiralayıp, çölde sözüm ona safari yapıyoruz. 2 saat boyunca kum üzerinde giden kamyonetin açık kasasında sağa sola savrulup arada bir incik boncuk satan ve çay ikram eden çadır-büfelerin önünde duruyoruz. Bir diğer ilginç görüntü de başıboş dolaşan develer. Ancak yaklaşınca ayaklarının kısa iple birbirine bağlı yani kovalandığında kolayca yakalanacak durumda olduklarını görüyoruz. Safari sonrası motorları hazırlarken bir başka sürpriz oluyor. Motoruyla tek başına gezen bir Fransız sarı 1200 GS’i ile yanımıza yaklaşıyor ve tabii hemen muhabbet başlıyor. Adam Cebelitarık’ı geçip sırasıyla Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır’ı geçip Ürdün’e gelmiş. İşin daha da garibi, hangi yoldan döneceğine daha karar vermemiş. “Acaba İsrail’e gidip oradan uçakla mı dönsem, yoksa Türkiye üzerinden motorla mı” diye düşünüyor. Bunları dinledikten ve haritayı açıp da Akdeniz bölgesinin büyüklüğünü algıladıktan sonra, bizim gezinin aslında ne kadar kısa olduğunu görüyoruz. Ahmet Mergen ile bakışıyoruz hınzırca gülerek. Sanırım bizim geziler iyice uzayacak bu örnekleri gördükten sonra. Hayırlısı…

Tekrar yollardayız. Günün hedefi önce Akabe, daha sonra dönüş yoluna geçip Amman’da konaklamak. İki saat kadar yol aldıktan sonra uzaktan Kızıldeniz (hayal edilenin aksine güzel bir mavi olarak) beliriyor. Yaklaştıkça heyecanlanıyoruz. Şehirde kısa bir tur atıp denize girebileceğimiz uygun yer arıyoruz. Küçük bir kumsal, çay ocağı-büfe arası bir kahvehane ve soyunmak için umumi tuvalet işimiz kolaylaştırıyor. Su tuzlu ve sıcak, dip ince ince yosun. Ama bu yüksek tuz oranı bile Lut Gölünün yanında perhiz lapası gibi. Kurulanıp karnımızı doyurduktan sonra otobana çıkıp gezinin en sıradan yolunu yaparak hava kararmak üzereyken Amman’a varıyoruz. Şehrin göbeğinde denebilecek bir otele (adam başı $ 23,-) yerleşip 3 gün önce Amman’da hamburger yerken tanıştığımız Raja Seikaly ile buluşmak üzere Milano Restaurant’ı aramaya başlıyoruz. Sonrası malum, nefis etler ve Ürdün şarabı damağımızda hoş bir anı oluyor.

29 Nisan Perşembe; 8.güne tekrar bir şehir turu ile başlıyoruz. 3 saatimiz var. Bu kadar kısa süre içinde Amman gibi bir şehri dolaşmanın en pratik yöntemi olarak bir taksi kiralamaya karar veriyoruz. İyi de oluyor. Başka türlü bu kadar çok yer göremezdik. Amman Kalesi, Amavi Camii, Abu Darwish Camii, Kral Hüseyin Müzesi ve en sonunda taksicinin hanut almak için bizi götürdüğü turistik eşya dükkanı ile şehir turu tamamlandı. Amman Kalesi ve Kral Hüseyin Müzesi gerçekten çok ilginç. Her iki yer de mutlaka görülmeli. Camiiler için zaman kaybetmeye değmez. İstanbul camileri ve Şam Emevi Camii yanında müştemilat gibi duruyorlar. Hızla otele dönüp hazırlanıyor ve yola çıkıyoruz. Ürdün’ü terk etmeden önce son durak Jarash. Küçük bir antik kent. Romalılar zamanından kalma birçok kalıntı var. Yamaç manzarasına hakim bir Lübnan Lokantası buluyor ve bol humuslu, nar ekşili, kebaplı bir yemek sonrası ancak bol kahve ile kendimize gelebiliyoruz. Sınırı geçmek üzere yola çıkıyor ve Suriye içinde Ahmet Mergen ile Eray Sezer’in motorları için ciddi bir risk oluşturan 82 oktan benzinden mümkün mertebe az almak için Ürdün’deki son benzincide depoları dolduruyoruz. Sınıra yaklaştıkça artık bu konuda kaşarlandığımız belli oluyor ve işlemler daha da hızlı ilerliyor. Bütün avanta sıraları, memurlara nasıl şirin görüneceğimizi, kime nasıl yaklaşacağımızı artık hatmetmiş durumdayız. 1 saat gibi rekor bir sürede, makbuzsuz hiç para vermeden (daha önceki sınır geçişlerinde de makbuzsuz ödeme yapmamıştık ama makbuzlar Arapça J) Ürdün’den Suriye’ye giriş yapıyoruz. Üstelik hafta sonu nedeniyle sınır ana baba günü. Malum, Arap ülkelerinde hafta sonu tatili perşembe ve cuma günleri. Daraa ve Şam’a teğet geçip Hums şehrine doğru kuzeye devam ediyoruz. Hums’a hava karardıktan çok sonra giriyor ve güç bela sıradan bir otele kapağı atıp dinlenmeye koyuluyoruz. Nedense, bu akşam gerçekten yorgun durumdayız.

30 Nisan Cuma; 9.gün, artık Suriye’deki son günümüz. Bir plan yapmak zorundayız. Bu gece Lazkiye’de kalacaksak, Tartus istikametine gidecek ve Lübnan sınırına çok yakın bu kentten kuzeye dönüp dolaşa dolaşa Lazkiye’ye varacağız. Ya da Masyaf üzerinden kestirme yolu izleyip Lazkiye’de öğlen molasını verdikten sonra sınırı geçip geceyi Hatay’da geçireceğiz. Sanırım memleketi çok özledik. Bir de canımız öyle çok rakı-kebap çekti ki, gözümüz dönmüş olsa gerek; çok fazla konuşmadan Masyaf yoluna sapıyoruz. Eray’ın rakıyla pek arası yok ama kararımıza uyuyor. Bu arada Eray’ın motorda bir sorun peydahlanıyor: Deponun altından benzin sızıntısı var. Endişe verici bir durum tabii. Durup inceliyoruz. Ahmet Mergen bir şeyler deniyor ama nafile. Derken biraz azalır gibi oluyor, yola devam edip Hatay’a kadar idare etmeye çalışacağız. Gözümüz Eray’da. Zaten gezi boyu birkaç güzergah dışında genelde Ahmet Mergen önde, ben arkada, Eray ortamızda yol aldık. Eray kendisini böyle daha güvende hissediyormuş J

Masyaf istikametine, kuzeybatıya dönüyoruz. İlerleyip Akdeniz’e yaklaştıkça görüntü yeşeriyor. Kumlu araziler, çorak tepeler yerini ekili tarlalara, bağlara bahçelere bırakıyor. Masyaf kalesini gezip bolca fotoğraf çekiyoruz. Yolun devamı da başlangıcı gibi yemyeşil. Lazkiye’ye gelince, burada konaklama planını değiştirmiş olduğumuza seviniyoruz. Şehrin görüntüsü içimize sinmiyor. Sanki geçmişini silip, üzerine şark anlayışıyla uyduruk bir modernleşme kondurulmuş. Bugünlerde ne yazık ki Anadolu’da bir çok şehirde durum bu maalesef. Biraz dinlenip karnımız doyurduktan ve çay kahve molası verdikten sonra gittikçe artan bir heyecanla Yayladağı sınır kapısına doğru hızlanıyoruz. Cuma günü olması nedeniyle sanki tüm yöre halkı bu enfes ormanlık arazide pikniğe çıkmış. Sağdan soldan vızır vızır motorlar geçiyor, üzerinde ikişer üçer kişiyle. Tabii kask, korumalı giysi, bot, eldiven, vs hak getire. Toplumun davranış biçimlerinin millet ayrımı ile değil, coğrafyaya bağlı olduğunun güzel ispatları bunlar. Sınırın her iki yanında farklı milletler ama tepkiler aynı. Sınırı sorunsuz geçiyor ve Hatay’a ulaşıyoruz.

Daha ilk durduğumuz trafik ışığında tüm gezi boyunca yanımızda olan şans meleği tekrar sağ omzumuzda. En önde giden Ahmet Mergen’in yanında bir mobilet duruyor. Kask falan yok tabii, böyle bir beklenti de kalmadı zaten. Hatay’ın şanına layık, otantik bir otelde kalmak istediğimizi söyleyince mobiletteki vatandaş bir rehber edasıyla havalı bir “follow me” yapıyor ve tabii çaresiz takip etmeye başlıyoruz. Bu iyiye işaret ama bakalım adam bizim niyeti anladı mı? Bizi yörenin en iyilerinden biri olan Savon Oteli’nin önüne getirdiğinde başka şeyleri de sorabileceğimizi görüyoruz. Adam doğru adam. Şansa bakın ki, rehberimiz Hatay’ın en iyi kasabının sahibi. Savoy Otel zaten müşterisiymiş. Abartmıyorum, gerçekten en iyi kasap. Uzun Çarşı’ya gidip kime sorsanız gösterir. Google amca “Pöç Kasabı” yazan her Adem evladına gerekli bilgiyi anında sunuyor. Ne yapın edin, Pöç kasabına gidip üzüm şırası eşliğinde Serkan Öter ve babası Haydar Öter’in hazırladığı “Sini Kebabı” ve “Kağıt Kebabı” yiyin. Sonra hemen sokağın karşı sırasında Güneş Gıda Pazarı’ndan yöresel peynir ve kırma zeytin alın. Son olarak Ayakkabıcılar Çarşısı, Çarşı Camii avlusunda odun ateşinde künefe yapan Veli Usta’yı bulun ve peşinen bilin ki, asla pişman olmayacaksınız. Rakı eşliğinde yöresel tatlara bakmak istiyorsanız, gene etini Pöç Kasabı’ndan alan “Sveyka Restaurant”a gidin. Hatta Serkan Öter’den rica ederseniz,  sizi seve seve kendi eliyle Sveyka’ya götürecektir. İşte o zaman has kasaptan torpilli Hatay sofrası nasıl olurmuş, göreceksiniz.

01 Mayıs Cumartesi, 10.gün, Savon Otel’deki nefis kahvaltıyı takiben tekrar yola çıkıyoruz. Ama bu defa İstanbul’dan önce mutlaka bir yerde konaklamak gerekiyor. Hem Hatay Adana’dan daha uzak, hem de artık gezinin sonları yaklaşmış, üzerimizde 4.000 km yorgunluğu var. Zorlamaya gerek yok, kaza riski hep yanı başımızda. Pozantı civarında Eray’dan ayrılıyoruz. Niyetimiz akşam oynanacak olan maçı Ankara’da TV’den seyretmek. Eray ise acelesi olmadığından yavaş gitmek istiyor. Üstelik Ankara’da bir arkadaşında kalacak. Vedalaşıp ayrılıyoruz. Yolda birden sıkı bir yağmur bastırıyor. Allahtan yağmurlukları zamanında giymişiz. Uzun bir süre sağanak yağmur altında gidiyor ve hava kararmak üzereyken Ankara’ya ulaşıyoruz. En matrak durum, Ankara’da bile Adana Sofrası bulup maçı rakı ve kebap eşliğinde seyrediyoruz. Anlayacağınız, hayatımızda pek bir yenilik yok J

02 Mayıs Pazar sabahı Ankara’dan yola çıkıyor, sık sık mola vererek akşamüzeri İstanbul’a ulaşıyoruz. Toplam 11 gün, 4.700 km, yeni yerler, farklı hayatlar, ilginç tatlar, çöl, çok tuzlu deniz, aşırı tuzlu göl, dağ yolu, antik kentler, sınırlar ve hepsinden önemlisi sıkı bir macera. Her gezinin sonunda olduğu gibi, dönüş yolunda her molada bir sonraki gezinin taslak planları…

Umarım hayallerimiz ve sağlığımız hep bizimle olur da, daha uzak yollarda de izimiz kalır…

Osman Ahunbay

Mayıs 2010

www.emok.org

izimiz yol olur

Bir cevap yazın