2009 Temmuz başı, EMOK Festivalinde hava kararmış, sahnede bizi 20 yıl gerilere götürüp içimizi hoplatan müzik ve masadaki eski/yeni dostlar muhabbetin kıvamını gittikçe arttırırken, Ahmet Mergen birden: “Biran önce Hasankeyf’e gitmek istiyorum.” deyiverdi. Yanıtım kısa ve netti: “Gidelim o zaman.” Daha sonrası hızla gelişti ve rotalar, planlar, daha önce bölgeyi gezmiş deneyimli dostlara sormalar, akıl almalar, akşamları buluşup harita eşliğinde ders çalışmalar…
Ahmet Mergen - Afrika Twin 750
Osman Ahunbay - Transalp 650

19 Eylül 2009 sabah Kurtköy Opet’te buluşuldu, sabah çayı, benzin ve lastik kontrolü derken büyük bir iştah ve heyecanla yolculuğumuz başladı. Şeker Bayramı öncesi arife günü, Orta Anadolu’da benzinci dışında durup atıştıracak, çay kahve içecek yer yok gibi. Her yer kapalı, herkes oruç. Kırşehir Mucur’u geçtikten sonra Hacıbektaş’a gitmek için yolu azcık uzattık. İyi ki de öyle yapmışız. Anadolu’nun güler yüzü ile bu gezideki ilk karşılaşmamız burada oldu. Her yerde ilgi, ikram; kahvede çay içsek “buraya kadar gelip çayımızı içtiniz ya beyim, bir de paranızı mı alacağız?” diye İstanbul’da pek alışık olmadığımız bir misafirperverlik. Akşamüzeri Erciyes’in ihtişamı altında 730 km sonra Kayseri’ye ulaştık. Otele yerleştikten sonra malum yemekler: pastırma ve mantı türevleri, yöresel sebzeler ve tatlılar. Tek sıkıntı, son iftar bitmiş de olsa hem hala ramazan olması, hem de Kayseri’de olmamız nedeniyle yemekleri su ya da meşrubat eşliğinde yemek zorunda olmamız. Acısını daha sonra çıkartırız diye kafaya takmamaya gayret ediyoruz.
Gezinin amacı gezip görmek, özgürce yaşamak ama gizli gündem yöresel tatlar ve hangisinin rakı ile daha iyi uyum sağladığını tespit etmek tabii ki Bu konuda Ahmet Mergen de, ben de sınır tanımıyoruz. Bölgeyi daha önce gezen arkadaşımızın uyarılarına rağmen, sindirim sistemi sorunları ile karşılaşacağımıza ihtimal vermiyoruz ama tabii talihsizliklerle karşılaşma olanağı da yok değil. Tedbir: çimento tableti; yani 1 kutu Streptomagma.
Ertesi sabah hızlı ve sıradan bir kahvaltı sonrası erkenden yola çıkıyoruz. Hedef Malatya, 375 km. Yol üstünde gezip resimlenecek birçok yer var. Akşamın büyük havucunun Malatya’da kebap ve rakı ile Fenerbahçe maçını seyretmek olacağı hayalindeyiz. Pınarbaşı - Gürün arasındaki yaylada zaman, mekan ve mesafe kavramları önemini yitiriyor. Yaklaşık 100 km hiçbir yerleşim birimi olmadan, bitmesini hiç istemediğimiz bir yolda gidiyoruz. Ahmet Mergen önde, ben 50 - 100 m arkadan takip ediyorum. Böyle ıssız yollarda arkadan gitmenin müthiş avantajını fark ediyorum birden. Afrika Twin’in homurtusundan ürken yaylanın gerçek sahipleri birden ortaya çıkıyorlar, koşarak ya da kanatlanarak (özellikle aniden karşıma çıkan ve göz göze geldiğim kocaman bir kartal beni ürküttü ama Allahtan Fenerbahçe’li olduğumu anladı ki, hemen tırsıp kaçtı!) hareketleniyorlar, bana da bu enfes ve benzersiz görüntülerin keyfini sürmek kalıyor. “Keşke bu görüntüleri kaydedecek hareketli bir kameram olsaydı” diye hayıflanıyorum ama sadece gördüklerimin keyfiyle yetinmek durumundayım. Bu yoldan geçecek dostlara bir tavsiye: Pınarbaşı’nda mutlaka depoyu doldurun, su ve atıştırmalık stoklarını kontrol edin. Gerçekten yaklaşık 100 km neredeyse hiçbir şey yok. Gürün sadece çay içip dinlenmek için durulacak, Darende ise yemek yenecek, gezip zaman geçirilecek şirin bir yer. Tohma Irmağı kenarındaki Somuncu Baba Türbesini ve Müzesini de gezdikten sonra tekrar yola koyuluyoruz. Malatya’da mütevazi bir otele yerleştikten sonra, havanın kararmasına hayli vakit olduğundan rahatça şehri dolaşmaya çıkıyoruz. Şimdilerde (nedendir bilinmez) şehir merkezi dışında kalmış olan eski Malatya dahil gezmedik yer bırakmayarak hayal ettiğimiz digiturk’lü ocakbaşını aramaya koyuluyoruz ama nafile. Bayram’da herkes ziyaret ettiğinden içkili yerler hep kapalı olurmuş Malatya’da. Bir yaşıma daha girdim. Güzelim ülkemin her geçen gün daha da geriye gittiğine içim acıyarak tekrar şahit oluyorum.
21 Eylül sabahı, Bayramın 2.günü, hedef Adıyaman üzerinden Diyarbakır. Rotanın tespiti aşamasında sevgili Turgay Avcı’nın “İKİ TEKER ÖYKÜLERİ” kitabından aldığımız yardımların işe yaradığına bir kez daha şahit olduk. Malatya Dağları’nın enfes manzaraları ve nefes kesen virajlı yolları şiddetli yağmurla birlikte daha da heyecanlı. Allahtan Ahmet Mergen benden çok daha deneyimli ve sabah yola çıkarken yağmurlukları giymemiz konusunda ısrarcı oldu. Öğle yemeği Adıyaman’da çarşı içinde kaldırım üstüne masa ve tabureleri atmış olan büfe gibi bir kebapçıyı gözümüze kestirdik. Kebapları şişe dizip vıcık vıcık mıncıklayan kardeş öyle acılı acılı bakıyordu ki, “bu adamın kebabı yenir arkadaş” diye geçirdik içimizden. Tabakların dibini sıyırırken kebapçı seçimi konusundaki önsezilerimizin gerçekten iyi olduğunu bir kez daha gördük! Daha fazla zaman kaybetmeden Kahta’ya oradan da Nemrut’a çıkan dağ yoluna saptık. Turgay Avcı’nın kitabında yazdığı gibi, Nemrut’ta güneşin doğuşunu veya batışını izlemek için vakit geçirmek anlamsız. Üstelik güneşi orada batırırsanız, kalacak yer olmadığından ve yanınızda çadır da yoksa gerçekten zor bir iniş sonunda Kahta’dan öteye gidememe gibi bir sorun ile karşılaşmak kaçınılmaz. Zaten güneşin her konumunda nefesleri kesen bir görsel şölen ile karşı karşıyasınız. Bir diğer şansımız da, o sırada bir grup turiste İngilizce rehberlik eden ve Kommagene’nin Tümülüsleri hakkında bilgi veren rehber kardeşe yakın yürümek sayesinde konu ile ilgili bilgilerimizi tazeleme fırsatımız oldu. Geceyi Diyarbakır’da geçirmek hedef ama sanki geç kalacağız. Atatürk Baraj Gölü’nü Eceabat-Çanakkale arası çalışan motor misali tekne ile geçip karşı kıyıya vardığımızda hava kararmak üzere. Siverek’te her yer karanlık artık. Tereddüt içindeyiz. Diyarbakır’a 100 km var ve gece sürüşünün malum nedenlerle güvenli olup olmadığı konusundaki endişemize rağmen programı aksatmamak için yola koyuluyoruz. Siverek çıkışındaki polis aracına yaklaşıp yolu soruyoruz. Sorun olmadığı cevabı ile (sorun var dese ne yapardık bilmiyorum) gazlıyoruz. Yol düzgün, tek sıkıntımız, gecenin karanlığında yol aldığımız için etraftaki muhtemel güzellikleri görmeden ve farkında olmadan gidiyoruz.
Diyarbakır’a varıp da otele yerleşince sıra beklediğimiz kebap-rakı şölenine geliyor. Çeşit çeşit otlar, etler, salatalar rakı ile birleşince mutluluğu başka dünyalarda arayanların neler kaybettiğini düşünüyor, bütün bunların tadına bakabildiğimiz için bir kere daha şükrediyoruz. Sabah kahvaltımızı otelde yapıp Hasan Paşa Hanı’nda kahve içiyoruz. İşte bunu kaçırmışız. Burada kahvaltı yapmak lazımmış, kimseler söylememiş, uyarmamış.
“Bir daha ki sefer” diyip adeta tekrar buralara geleceğimizin teminatını veriyoruz kahveleri ikram eden Diyarbakırlı garsona. Her yerdeki gibi gene muhabbet bol yan masayla, garsonla ya da mekan sahibiyle. “Tek isteğimiz barış ve huzur” diyorlar ve içlerini döküyorlar bize, bizim de gerçek birer barış yanlısı olduğumuzu anladıklarında. Yapılacak iş çok basit aslında da, burada siyaset yapmayalım şimdi, yeri değil. Tek ilave etmek istediğim, her iki tarafta da çözümden ziyade, çözümsüzlükten beslenen “ayakların” maalesef şimdilerde “karar verici baş” olması ve tam iş yapacakken koltuk sevdalısı muhalefet sözcülerinin bir türlü başarısızlığı kabul etmeyip konumlarını terk etmemeleri. Diyarbakır’ı yürüyerek geziyor, bol bol resim çekiyor ve öğle üzeri tekrar yola koyuluyoruz. Bismil üzerinden Batman’a gelip, kuzeye yöneliyoruz. Rota aslında güneye, Hasankeyf’e doğru ama buraya kadar gelip de Malabadi Köprüsü’nden geçmeden olmaz. Köprü üstünde alıştığımız görüntü: Yöre çocukları Köprü hakkında ezberledikleri efsaneleri adeta nefes almadan anlatıyor ve karşılığında harçlığı kapıyorlar. Tekrar güneye dönüp Batman üzerinden Hasankeyf’e yöneliyoruz. Daha yolun başında bir kavşak var. Tabela kuzey-doğu istikametinde “Bitlis-Van” yazıyor. Bir an Ahmet ile göz göze geliyoruz ama yok artık yani ! Dedik ya, bir sonraki turda!!!
Dicle müthiş. Dedikleri, uğruna destan yazdıkları, ağıt yaktıkları, türkü söyledikleri kadar var. Sağımızda, aşağıda kıvrıla kıvrıla akıyor. Turkuaz renginin yarattığı parlaklık gözlerimizi delip geçiyor. İsyankar ruhunu, çevreye, taa Basra Körfezi’ne kadar verdiği bereketi hissedip etkilenmemek mümkün değil. Ve virajların birinin daha içindeyken Hasankeyf aniden bütün ihtişamıyla karşımıza çıkıyor. İlk yaptığımız şey uygun bir yerde durup gözlerimizi bu olağanüstü manzaraya dikmek ve akabinde deklanjörleri çalıştırmak. Ancak bir diğer sorun sabahtan beri hayli dolaştığımızdan ve öğle vaktini kaçırdığımızdan ciddi acıkmamız. Önce Dicle kenarında kebap yiyerek bu sorunu hallediyoruz, sonra kebapçının yeğenleri olan iki afacan rehberimizle Hasankeyf’i dolaşmaya başlıyoruz.
Yöre lehçesiyle bize bildikleri ezberledikleri kadar Hasankeyf’i anlatıyor ve sonunda harçlıkları kapıyorlar. Herkes mutlu. Mutlaka gidilip görülmesi gerekir. Sonra malum, tekrar yoldayız. Midyat’a gelince hava kararmaya başlıyor ve maalesef bu dillere destan kenti yeterince görmeye fırsat kalmıyor programımızı aksatmamak uğruna. “Bir sonraki gezi”nin bahanesi artıyor durmadan!
Mardin’e yatsı ezanı ile birlikte giriyoruz. Planımız Mardin’de 2 gece kalıp hem dinlenmek, hem de yeterince gezmek. Daha şehre girerken bile ne kadar isabetli bir karar verdiğimize şahit oluyoruz. Niyetimiz yörenin karakterini yansıtan bir han-otelde konaklamak. “Tatlı Dede” oteli bu arzumuzu karşılayacak bir ortam sunuyor. Tabii fiyatı diğer kaldığımız oteller gibi değil ama bu farka değeceği düşüncesindeyiz. Sabah Mezopotamya manzaralı terasta enfes bir kahvaltı sonrası yürüyerek kenti gezmeye başlıyoruz ve daha otelden dışarı çıktığımız ilk anda ne denli sıra dışı bir yerde olduğumuzu fark ediyoruz. Anlatılacak gibi değil, Mardin’de mutlaka bir tam gün geçirmek herkese şart olsun. Mor Behnam (Kırklar)Kilisesi, Zinciriye medresesi, Ulu Camii, Kasımiye Medresesi, Mardin Müzesi ve Eski Çarşı mutlaka görülmeli, yayan dolaşılmalı ve iliklere işlenmeli.
Çarşıydı, müzeydi, kiliseydi derken kebap saati geldi çattı. Dostlar, Mardin’e giden olursa öğle yemeğini mutlaka “Yeni Mardin”deki “Rıdo Usta”da yemek ve ardından yürüme mesafesindeki (özel Rıdo kebabını yedikten sonra azcık hareket etmeye ihtiyacınız olacak) “Sıtkı Usta”da kadayıf ve künefenin tadına bakmak farzdır.
Bu enfes ziyafet sonrası motorlara atlayıp Suriye sınırına çok yakın mesafedeki Akıncılar’a bağlı ve 20 yıldan fazla bir süredir arkeolojik kazılar yapılan Dara köyüne gittik. Roma döneminden kalma bir garnizon şehri. 20 yılda ancak %20’si ortaya çıkmış olan bu antik kentin yakın bir gelecekte önemli bir ilgi merkezi olacağı kesin ama tabii yeterli ödenek çıkar ve malum yöresel sorunlar ortadan kalkar da kazı çalışmaları tekrar başlarsa.
Tekrar Mardin’e dönerken kente 5 km kala “Deyrü’zzafaran Manastırı”(Mor Hananya) Manastırını görmeden olmazdı zaten. Gerçekten çok etkileyici bir mimariye ve konuma sahip. Sürekli yurt içi ve yurt dışından gelen ziyaretçilerle dolup taşıyor. Bir diğer tavsiye de “Cercis Murat Konağı”nda Mezopotamya manzarası altında akşam yemeği yemek. Bu ziyafet sonrasında “iyi ki geldik” demeniz kaçınılmaz. Ertesi sabah Mardin’den ayrılırken ünlü Kasımiye Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Sonra Kızıltepe üzerinden istikamet Urfa. Etrafındaki dumanlı dağları görelim bakalım. Yolu kısa tutuyoruz ki akşama kadar Urfa’yı gezmeye zaman kalsın. Ama artık yorulmaya da başladık. Bu yüzden paraya kıyıp “El Ruha Oteli”ne yerleşiyoruz. Sonrası malum, öğle kebabı, yayan şehir gezisi, Urfa Kalesi, Balıklı Göl, Eski Çarşı, Çarşı içindeki eski han ve camiiler, Gümrük Han’da mırra eşliğinde bir parti tavla, bol fotoğraf ve otelde hamam, kese, sauna sefası. Sonrası malum, akşam yemeğinde bilumum kebap ve rakı!
Yedinci gün, gidecek çok yer var. Bakalım, bir önceki gece hamam sefası işe yaramış mı? İlk durak Harran. Yıllar önce Bekir Yıldız’ın “Harran” kitabını okumuştum. Hakikaten insanı etkileyen bir uçsuz bucaksızlık. Ufuk çizgisinin bu kadar belirsiz olduğuna sadece deniz kenarında şahit olmuştum daha önce. Harran’da ve gezip gördüğümüz hemen hemen tüm güney doğudaki bereketli ovaları, insanların iş ve aş iştahını, tarihi ve coğrafi turizm imkanlarını görünce yöre halkının ne denli ihmal ve suistimal edilmiş olduğunu fark ediyor ve yüzyıllardır süren sistemi kafanızda sorguluyorsunuz. Vardığınız sonuç, el birliği ile üretilecek ve toplumun faydasına sunulacak bu kadar çok imkan varken, insanların neyi paylaşamadıklarını bir kez daha anlayamamak oluyor. Yazık, hem de çok yazık. Bunca boşa geçen, kaybedilen zamana, harcanan paraya, mahvolan hayatlara, yıkanan beyinlere çok yazık. Yolunuz bir gün Harran’a düşerse, mutlaka kaleye çıkın ve muhteşem ovaya bir de oradan bakın. Tabii Harran evlerinde mırra içip soluklanmadan olmaz. Öğle molası Halfeti’de. Birecik Baraj Gölü yörenin coğrafyasını ve buna bağlı olarak yaşantısını değiştirmiş. Manzara süper, yeni ve eski Halfeti görülesi, göl kenarında kebap yenilesi. Hala mideler sağlam çok şükür. Önümüzde son bir sınav var: Gaziantep. Bütçeyi aşmamak adına sıradan şehir oteli serisine devam. Ancak dikkatimi çeken bir nokta, belki de sadece bizim şanssızlığımız, trafikteki araç sürücüleri diğer kentlerdeki gibi motosikletlere saygılı ve ilgili değiller. Sözleşmişçesine çok hoyrat davranıyorlar. Hatta trafik polisleri bile toleranslı değil. Bu durumu kendime izah etmekte zorlandım. Zaten bizim de Antep içinde motorla dolaşmak gibi bir niyetimiz de yok Allahtan, motorları otelin önüne park edip kenti yürüyerek gezmeye koyuluyoruz.
26 Eylül 2009, cumartesi sabahı erkenden yola çıkıp, gidebildiğimiz kadar yol kat etmek niyetindeyiz. Hedef Ankara’yı geçmek ama kesin olarak nerede konaklayacağımıza yolda karar vereceğiz. Akşama Fenerbahçe’nin maçı var. Yani mutlaka yenilip içilecek ama ille de maç seyredilecek. Adana ve Hatay da aslında gitmemiz gereken yerler ama borcumuz olsun diyip Pozantı’ya doğru Torosları tırmanmaya başlıyoruz. Manzara müthiş, hava gittikçe daha serinleşiyor. Zamanımız olsaydı da ana yoldan sapıp bu muhteşem coğrafyayı daha yakından yaşasaydık diye hayıflanıyoruz, borcumuz gittikçe artıyor. Kesin yeni bir kredi oluşturmak lazım! Derken Ulukışla’yı geçtikten birkaç km sonra Ankara-Konya kavşağına gelip kısa bir mola veriyoruz. Harita üzerinde ilerleyen Ahmet’in parmağı hınzır bir gülümseme ile Afyon’da duruyor. Daha önce her yerde kaymak sorup olumsuz yanıt alan Ahmet, bu defa sormaya bile gerek duymadan kısa bir telefon trafiği ile İkbal’de yer ayırtıp Afyon kaymağı yemek uğruna sola, Konya üzerinden Afyon istikametine sapmak üzere tekeri döndürüyor, ben de tabii takip ediyorum. Kesinlikle şikayet yok. Üstelik Konya civarında yol üzerinde etli ekmek yenebilecek bir çok yer varken, şikayet olacak iş mi? Yolun uzamasına karşın İkbal’de önce termal banyo, sauna, kese, sonrasında keyifli yemek, digitürk ve kaymak bu açığı kapatıyor. Ama ertesi sabah Afyon’dan Bozöyük’e kadar sağanak yağmur altında ve yoğun Bayram dönüşü trafiğinde zor bir sürüş yapıyoruz. Anlaşılan son gün de bu sıkıntıyı keyifli hale çevirmek için bir şeyler yapmak lazım. Çözümü yolu tekrar uzatıp, Bursa’da İskender yemekte buluyoruz ve hiç zaman kaybetmeden İnegöl’e sapıyoruz. En azından trafik Bilecik-İstanbul yolu kadar yoğun değil. Şıra eşliğindeki İskender kebap gezinin tam anlamıyla mayası oluyor. Sanırım İstanbul’a döndükten sonra en az 1 hafta boyunca sadece balık ve sebze yememiz, kolesterol değerlerini dengelememiz gerekecek.
İstanbul’a yaklaştıkça artan trafik bile bizi enfes gezinin etkisinden alamıyor. Şeritler önümde hızla akıp gidiyor ama hala Hasankeyf, Dicle, Mezopotamya’nın ihtişamı, Harran’ın enginliği gözlerimin önünde. Aynı yöreye ve sapamadığımız yollara tekrar gitmek için ne kadar zaman geçmesi gerek? Umarım pek fazla değildir…
Gişeler, köprü, son ışıklar derken eve geliyorum ve motoru kapatmadan son bir kez km sayacına bakıyorum: 4.400 km. Hayret, hiç yorgunluk yok! Sanki o an aynı yola tekrar çıkabilecek gibiyim…
Osman Ahunbay
Eylül 2009
“izimiz yol olur“
Biz sadece daha önce izleri yol olan arkadaşlarımızın bıraktığı izlerini sürmek, yollarını pekiştirmek istemiştik.
Uzun yıllar sonra beni tekrar motosiklete binmeye özendiren, bildiklerini paylaşıp güvenle yol almama neden olan bütün arkadaşlarıma teşekkür ederim.