GEZİ YAZILARI

DOSLARIN BULUŞMASI

EMOK sekreteri Turgay Avcı’nın büyükbabası 1923 yılındaki mübadelede Mosgalli’dan (Serres) ayrıldı. Şimdi 100 yaşını aşmış gözleri görmeyen büyükbabaya Turgay son Serres seyahati dönüşünde vazoda toprak getirdi. Dedenin hiçbirşeyden haberi yoktu. Vazoyu verdiğinde, dede topraktan bir avuç dolusu aldı, kokladı ve “bu toprak benim doğduğum yerden…” dedi.

Karşılık olarak da, Dostların Buluşması davetine gelen birçok Yunanlı motorcunun da İstanbul ya da Trakyada kökleri vardı ama hemen hemen hiçbiri komşu ülke Türkiye’ye yapacakları bir geziden ne bekliyebilecekleri hakkında hiç bir fikirleri yoktu.

Bu EMOK’tan dostların, Ayvalık ya da İpsala’dan giriş yapan katılımcılara bir harita ve yol notu eşliğinde, kelimesi kelimesine burada yazıldığı şekilde ama Yunanca olarak dağıttıkları hoşgeldiniz mektubuydu. Bu kadar uzakta olan insanlar ve herkesinki kendine göre olacak bir şekilde bölünmüş hikayeleri, birbirinin içine geçmeye başladı.

“Orada olmasaydım kesinlikle inanmazdım” dedi Turgay, girişte yazdığım büyükbabasının hikayesinden bahsederken. “Bir insan nasıl olur da ekip biçtiği toprağın kokusunu 80 yıl sonra dahi hatırlayabilir?”. Bize göreyse, eğer oraya gelmemiş olsaydık, Türkiye’nin böyle olabileceğine hayatta inanmazdık.

Ayvalık’ın küçük bir sokağındaki gümrükten çıkıyorum. Sokağın karşısında bir dükkan ve önündeki sandalyesine kurulmuş bir Girit’li bize gülümsüyor, “…60 senedir buradayım, evlendim ve burada kaldım. Aranızda hiç Girit’li var mı?” Hemen önümüzde paçavralar giymiş, sırtı kambur, belki de köyün delisi. Eğilip yerden bir kağıt parçasını alıp bir kaç metre ötedeki çöp kutusuna atıyor.

Gazetecilerin Pire’den Midilliye, hareket edecek olan “Deniz” grubuna yönelttikleri sorular merak uyandırıyordu, “Bir macereya mı atılıyorsunuz?” “Hayır, Türkiye’de bir keyif gezisine, dostlar buluşmasına gidiyoruz” “Oraya gitmekten korkmuyor musunuz?” “Neden korkmalıyız?” “Yanınız da kadınlar da var …” “…” (cevabımız boştu, belki de kadınlarımızı hareme kapatmamız gerekiyordu). Böyle sorulara verdiğimiz en güzel cevap tabii ki gülümsemelerimizdi, “korkmamız gereken bir yerdeki maceraya” başlıyan bizlerin yüzlerindeki gülümsemeler.

Tabii ki maceramız da oldu, Midilli’ye vardığımızda 180 kişi için billet almak, küçücük bir masada yolcuları pasaport ve plaka numaralarıyla listelemek, pasaport kontrolundan geçmek ve nihayetinde feribota binmek zorundaydık. Bitmek bilmeyen saatler boyu sürdü nerdeyse. Buna karşılık, Ayvalık’taki gümrük yetkilileri bir gün öncesinde toplanmışlar ve gümrük müdürü hepimiz için tüm işlemlerin bir saat içerisinde bitirilmesi için kesin talimat vermişti, ve bu gerçekten de böyle oldu.

Turgay’ın eşliğinde, Ayvalık’tan ayrılan son grupla yola çıktım. Yolda, zeytin ağaçları, tarlalar, çam ağaçları, aynı peyzaj – Türkiye’de olduğunuzu bilmeseniz bir fark göremezsiniz. Sizi yolda tutan kaygan olmayan yollar dışında aynı manzara. Gözlerim Türkiye’nin ne olduğunu anlatan detayları görmek için devemlı sağı solu tarıyodu. Bu detayları, geçerken bizleri selamlıyan köylülerin gülen yüzlerinde buldum, bize selector yapan araçlarda buldum, 230 km boyunca her kavşakta geçişimizi kolaylaştıran Trafik Polisinde gördüm, köylerin tozlu yollarında gördüm, çatılardaki kiremitlerde, bahçelerdeki tavuklarda, benzincide ödediğimiz milyonlarca liranın üzerine güneş batarken toprakların kokusunda gördüm.

Turgay’ın e-mailinden sonra, bütün hikaye başladığında, bir buluşma fikriyyle çok fazla şey beklemedim. Olsa olsa 20-30 motor toplanır ve ne olduğunu görmek için yola çıkardık diye düşünüyordum. Sonunda, birçoğumuzun hevesini kıran tatil planlarının uyuşmazlığına ramen, ülke dışına yaptığımız tüm zamanların en büyük gezisine, 167 motor ve 250 kişi toplandı. Üstelik 25 Mart’ta Meteora’da, 13 EMOK üyesinin, bizle yüzyüze görüşmeye geleceğini hiç ummuyordum. Bizim tarafımızda ise, komşularımızın gerçeklerini görmek için attığımız ilk adımların karşılığında gülümsemeler ve iyi dilekler alıyorduk. Bandırma-Istanbul arasındaki hızlı feribotu yarım saat bekletmeyi başardılar. Fakat, gene de, Trafik Polisinin yardımlarına ramen 40 motorluk son iki grup feribota yetişemedi.

Böyle bir organizasyonun, trafik polisinin de yardımı ile, Yunanistanda nasıl gerçekleştirilebileceğini düşünüyordum. “Başlangıçta bizi ordan oraya postaladılar, kimse net bir yol göstermiyordu. Sonra, EMOK üyesi bir general telefon etti ve 5 dakika içinde herşey organize edildi” diye anlattı Turgay sonradan bana.

Saat 02:00, ağzım açık bir şekilde uzun Boğaz Köprüsünü geçiyorum. Yarısı gece katedilmiş 500 km’lik yorgunluk kayboluyor. Boğaz ayaklarımın altında, Haliç girişini, ışıklar altındaki Ayasofyayı, Sultanahmet Camisini, surları ve bir çok anıtı görüyorum. Sanki 500 yıl öncesinin İstanbul’uydu gördüğüm, modern binaları görmüyordum bile, sanki masallardaki uçan halının üzerinde süzülüyordum. Şok olmuştum. İstanbula girmek için daha iyi bir zaman ve daha iyi bir nokta hayal edemiyorum. Biraz sonra, Ayasofyanın yanındaki boş taş döşenmiş sokakta durduğumuzdaki hislerimi nasıl anlatabilirim. Turgay bunu farketmiş ve anlamış olmalıydı ki bizi direk otele götürmedi. Ona bunun için teşekkür ediyorum.

Otelin olduğu yerde, kumsalın yanında, koca bir kemer, artık hiç bir yere açılmayan bir kapı. Eski zamanlarda, Padişah sadece denizden gelinebilen bu cephane fabrikasını ziyaret ettiğinde kahvesini orada içermiş. Kemerin tepesinde, Türk ve Yunan bayrakları yanyana dalgalanıyor ve bu görüntü bu iki bayrağın acaba kaç kere böyle yanyana durup dalgalandıklarını merak etmenize yolaçıyordu. Ülkelerimiz için hiç bir büyük çözüm planımız yoktu, sadece motorcular olarak diğer tarafın motorcuları tarafından davet edilmiştik. Fakat gerçekten de, insanlar bir araya gelip de kırmızı ve mavi – beyazlı bayraklarla sembolik bir hareket şeklinde motorlarını Ayasofya ve Sultanahmetin arasına parkettiklerini görmek çok güzel bir duyguydu. Birbirimize çiçekler ve bayraklar verdik, akıllı hareketimizi gazetecilere ve kameralara anlattık ama zaten kelimelere gerk kalmadı. Orada bir yerde cami ve kilisenin benzerliği biraz şaşırtıcıydı. Hangisinin hangisi olduğunu bilmeseniz kolaylıkla karıştırabilirdiniz. Tıpkı, motorlarındaki plakaları görmeseniz Yunanlı ve Türk motorcuları da karıştıracağınız gibi.

Aynı bir tilkininki gibi olan yüz ifadesini ve hiç gülmeyecekmiş gibi bakan gözlerini hiç sevmedim. CNN Türk’ün haber spikeri, toplantı hakkında birşeyler öğrenmektense, yıldız spiker olmak istercesine ben ve Turgay ile canlı bir röportaj yapmak istedi. Müşkülpesent bir ifadeyle “5 sene once Kıbrıs’a gidip olaylar çıkaran motorcularla bağlantınız nedir?” diye bana sorduğunda, ona Dostluk Buluşmasının anlamı hakkında konuştum. Fakat görüşmenin sonunda Turgay ona dedi ki “biz dost olmaya çalışmıyoruz. Yunanlı ve Türk motorcular olarak biz zaten dostuz. Ve herkim aramıza girmeye çalışırsa karşısında bizi bulur…”

İstanbul’un kaygan olmayan sokaklarında, caddelerinde , otoyollarında ve kavşaklarında gezerken, bazı kontrolsüz sürücüler ve taksiler gördük ve karşılaştırma yapmadan edemedik. Böylesine büyük bir motorsiklet grubunun Atina’da dolaştığını gözlerimizin önüne getirice bu düşüncemizden de vazgeçtik. Küçük gezilerimizin birinde Boğaz Köprüsünü geçerken, köprünün hemen dibindeki trafik polisi istasyonunda bizi durdurdular. Dışarı çıkan köprü emniyet amiri bize eşlik etmek üzere 4 adet belinde otomatik silahları ve 45lik magnumları olan, R 80 GS kullanan “yunus” görevlendirdi. Acaba geçişimizi mi kolaylaştıracaklardı, yoksa bizi kontrol mu edeceklerdi? Gerçek olan ise, yolumuza girmeye çalışan her aracı tek bir telsiz hareketiyle durdurarak geçişimizi kolaylaştırıyor olmalarıydı. Anında duran taksileri otobüsleri gördükçe güldük ama bu mutlak itaati de gördükçe üzüntü duymaya başladık: Türkiye’de ordu ve polis kuvvetleri şaka değil. Kimse bir polis memuru ile tartışmaya girmeyi, ona bağırmayı ya da hakaret etmeyi aklından bile geçirmiyor. “ha” diye düşündüm, “eğer zavallının biri kazara gruptan birimize çarpacak olsa, anında infaz edecekler…” Kontrol konusuna gelince, sanırım kontrol edilmeye ihtiyaçları vardı. Genel havaya kapılıp, bir zaman sonra tekteker ve çeşitli numaralar yapmaya başladılar. Birlikte yemek yedik ve eğlendik, “… buralara ilk kez sizinle birlikte geldik!” diyerek bize teşekkür ettiler.

Sadece sokakların durumu değildi beni bizimkilere karşı öfkelendiren. Çöp, daha doğrusu sokaklarda çöp olmaması en kötüsüydü. Arabalaı vapurlara bindik ve her tarafta bol miktarda içi kum dolu küllükler vardı, Türkler de çok sigara içiyor. Yunanlılar gemiden inerken bütün güverteyi sigara izmariti içinde bırakmışlardı. O güzelim İstanbul şehrinin için de bir çöp kutusu bulabilirlerdi. Kırsak kesim yol kenarlarında ise hiçbirşey yoktu. Toprak vardı, toz vardı ama çöp yoktu işte. Hele olduğu gibi yolun kenarına bırakılmış paslı demirden arabalar hiç yoktu. Dikkat edin, bu insanlar ülkelerine iyi bakıyorlar…

EMOK’lu motorcu arkadaşlarımız Türkiye’de bu hobinin masraflarını karşılayabilen küçük bir topluluğa aittilr. “Nasıl bu kadar çok BMW R 1150 GS sahibi olabiliyor?” diye sordu birisi bana. “Neden katlanmasınlar ki masrafına?” idi cavabım. Gördüğüm kadarı ile bir motorsiklet, çoğumuzun olduğu gibi düşük bütçeli çalışanlar için büyük masrafları ile bir tür lükstür. İyi eğitim almış oldukları ya da iyi gelir getiren işleri olduğu aşikar olan EMOK üyeleri, başka bir statü sembolünden ziyade motorsiklet kullanmayı, AT ile karda ve çamurda bilinçli olarak dikkatli kullanmayı, GS ile toprak yollardan tırmanıp ıssız doğada kamp kurmayı tercih etmişlerdi. Türkiye ve Yunanistan’da gezmeye de meraklıydılar. Onlar motorsikletçiydi ve bu da herşeyi açıklamaya yetiyordu.

Anlaşılması zor olan taraf ise hobileri ile nasıl bu ağırlıkta ilgilenebilmeleriydi:”Hepimiz ilk yardım eğitimi aldık ve ilkyardım kitlerimizi yanımıda taşıyoruz. Serbest kamp için bile kendi kurallarımız var; örneğin, kamp için erzağımızı İstanbul yerine en yakın köyden satın alırız. O yore insanını tanımak ve finansal destek olmak için yaparız bunu. Daha iyi motor sürmek için Almanya’dan eğitmenler çağırıp seminerler verdirdik,” diye anlattılar bana diğer şeylerin arasında. Problemleri, her seferinde cep telefonları ile direk çözmeleri de şaşırtıcıydı, herşeyi ayarlıyabiliyorlardı. Geceyarısı tamirhane açtırdılar, motorsiklet firmalarının servis araçları gerekli tamirler için (ki gerekli oldu) bizi Ayvalık’ta bekliyorlardı. Kendilerine söylenen her probleme bir care bulundu ve herkes “ne iyi çocuklar” diye takdir etti. Ve dikkat ediniz EMOK sadece 4 aylık bir klüp. Herhangi bir Yunan Klübünün bu seviyede yapılandığını hiç görmedik. Ve eğer davetlerinin karşılığında onları Yunanistan’a davet edersek bunu mutlaka akılda tutmalıyız.

Anıtları sadece dışarıdan gördüm. Sokaklarda olmayı, küçük dükkanlarda insanlar arasında gezmeyi, küçük teknelerde dolaşmayı, Prens adalarındaki çamların içinde yürümeyi, Aya Yorgi manastırında Peder Bartelomeo ile konuşmayı ve İstanbul türü yaşamı, görmek koklamak ve hissetmek için sokaklar arasında yürümeyi tercih ettim. Anıtlar başka bir zamanı bekleyebilirlerdi. “Parti için bazı Cdler almak için eve uğrayalım” dedi Turgay. Tüm CDler Yunanca idi, Atina’da sadece bir kaç arkadaşımda böyle bir koleksiyon bulunuyordu. Kasklarımızı motorların üzerinde bırakmıştık ki bir kaç dakika sonra bir komşu kapıyı çalıp “kasklarınızı unuttunuz” dedi.

Taksim Meydan’ ındaki yaya bölgesinde, grubumuzun bir üyesi cüzdanını bel çantasında taşıyordu. Bir sarsıntı hissediyor ve ne olduğunu anlayana kadar bir çocuk kaçmaya başlıyor. Anında, sivil polisler çocuğu yakalıyorlar ve cantayi geri getiriyorlar …

Başka bir tanesi Adalar dönüşü çantasını feribotta unutuyor, ve bunu bana akşam otelde söylüyor, ne yapabilirim ki? “Neden yarın gidip bakmıyorsun belki bulursun?” diye önerdik.Ertesi gun “bir saniye,” demis kaptan, “ eşimi arayıp çantayı getirmesini isteyeceğim” ve biraz sonra çanta hasarsız bir şekilde elimindeymis.

Cuma akşamki partide, takım elbiseler içinde birilerini gördük. “Dışarıdan bazı fanatiklerin olay çıkarma olasılığına karşı güvenlikten bazılarını göndermelerini istedik.Kolay kolay olmaz boyle bir sey ama biz ne olur ne olmaz dedik ve 15 kişi yolladılar…”

Bir akşam yemeğe çıktık, oturduk, yemeklerimizi ısmarladık ve hayretle mutfak kapısının üzerinde asılı duran tahta haçı gördük. “Bu nedir? Nasıl oluyor burda?” diye merak ettik. “Nedir bu kadar tuhaf olan ki? Bir çok dükkanda İsa’yı bulabilirsiniz çünkü İsa Kur’anda Peygamber olarak tanınır.” Şeklinde geldi cevabımız. “Yani, İstanbul’dan uzak bir köyde de mi benzer şeyle karşılaşırız?” “Tabii ki evet, Müslümanların ikona kullanmamalarına ramen bu şaşırtıcı bir şey değildir.”

Ayvalık’taki son gece, Cunda Adası’nda, bu yoldan geri dönmeyi yeğleyenler için herşey hoş bir sürprizdi.EMOK’un organize ettiği küçük bir otel, mükemmel servis, deniz kenarında kocaman odalar ve inanılmaz bir kahvaltı (tamamı 30€), balık, bir sürü meze, bira ve şarap kişi başı 15€’dan az tutu. Herkes biletlerini değiştirip bir gece daha kalmayı aklından geçiriyordu. Turkiye’de turizmin bu kadar gelişmiş olmasına hayret etmemek gerekir ve bu sadece iyi servis, fiyatlar ve güzel yerler sayesinde değildir. Gerçek nedeni, ertsesi gün Midilli’de, Pamfilya plajında küçük bir tavernaya oturduğumuzda garsonun takınabileceği en berbat tavırla “Sizin gibi değersiz insanlara hizmet edeceğime, Başbakan olmalıydım” dercesine hizmet ettiği zaman anladık. Ülkemize en güzel fikirle dönmüştük.

Gerçekten, bizimle birlikte İstanbul’a gelen herkes adına konuşamam, ama o kadar küçük ve önemsiz de olsa bazı anlar bana kendi küçük tarihimizi yarattığımızı gösteriyordu. Geçmişte iki ulusu bir araya getiren ve ayıran gerçekleri ve durumların dengesini birleştirmek istercesine. Ve eğer resmi tarih hep muzafferler tarafından yazıldıysa, burda ne muzafferler ne de yenikler vardı. Burada sadece sözlerinin hangi dilde yazıldığına aldırmadan şarkılarla danseden, kimle dansettiğne ya da pasaportunda ne yazdığına aldırmadan dans eden muzafferler vardı. Bu gerçek olduğununa tanıklık ettiğimiz tarihti, İstanbul’daki Dostların Buluşması.

Vasili Karahalyos